17 Mayıs 2017 Çarşamba

Türkçe muhteşem bir dil

TRT Eski Baş Spikeri Cihangir Göker’e göre genç kuşakların Türkçe'yi doğru kullanamamasını sebebi gençlerin kendileri değil.

Cihangir Göker gerçek bir duayen. TRT baş spikeri olarak yıllarca Türk televizyonculuğu ve radyoculuğuna hizmet etmiş bir isim. Göker 1968 yılında Atatürk Devrimlerini konu alan bir programda çalışarak yayıncılık hayatına başlamış. Sonrasında yıllarca TRT’de mesleğini sürdürmüş. Şimdilerde ise Başkent İletişim Akademisinde “diksiyon ve etkili konuşma” ve “spikerlik ve sunuculuk” isimli dersler veriyor. Kendisiyle Türkçeyi, medyaya Türkçenin kullanımını ve sık yapılan hataları konuştuk. 
Türkçe sizce nasıl bir dil?
Muhteşem bir dil. Dili ben bir musiki olarak anlatırım. Türkçe’nin bir musikisi var ve birçok dilden etkilenmiş bir dil. Arapçadan, Farsçadan, Yunancadan hatta Moğolcadan dahi gelen kelimeler var Türkçede. Bu zenginliğinin bir ifadesidir. Türkçe bana şiir gibi gelir.
Bu zenginliğin keşfi için yapılacak etimolojik çalışmalar sizce yeterli mi?
Bana göre bu konuda hemen hemen tek çalışmayı Sevan Nişanyan yaptı. Ermeni bir vatandaşımızdır ama bu konuya çok gönül vermiştir. Maalesef bu çalışmalar tam yapılamadı. Gayretler var onu biliyorum ama bu çalışmalar bugünden yarına hemen ortaya çıkmayabiliyor. Örneğin, Türkçe’nin yöresel ağızlarını da kapsayan 600.000 kelimelik bir söz varlığını bulunuyor. Uzun soluklu çalışmalardır bunlar. Zamanlar ortaya çıkacaktır. Sadece etimolojiyle ilgili çalışmalar eksik değil. Bir fonetik işaretleme sistemimiz yok şu an.
Yabancı dilden dilimize geçmiş sözcükler artık Türkçenin parçası mıdır?
Bu dilin asırlardır oluşan yapısından kaynaklıdır. Bu yüzden medeniyetler beşiği diyoruz bu topraklara. Hemen bunu da örnekle açıklamak gerekirse, “marul” sözcüğünün yerine ne koyabilirsin? Rumcadır. 400 yıldan fazla birlikte yaşamışız, gayet doğaldır. Biz bu kelimeyi Türkçeden kaldıralım diyorlar. Dilde acele olmaz. Bu arınmalar, yeni kelimelerin gelmesi uzun süreye muhtaçtır. Dil yaşayan varlıktır. Zaten kullanılmayan sözcükler giderek ölürler. Onun yerine yeni sözcükler yerini alabilir. Zenginleştirmek bizim elimizde. Bilim dünyasına, sanat dünyasına katkıda bulunduğumuz sürece dünyada varlığımızı çok net gösterebildiğimiz sürece dilimiz de zenginleşecektir.

“10 sözcük, 40 ses, 50 beden dili”

Doğru bir iletişim için beden dili ve ses arasında nasıl bir ilişki var?
Bir konuşmacının hangi oranlarda beden dilini ve sesini kullandığı önemlidir. Yapılan araştırmalar şunu çıkarıyor. %10 sözcük, %40 ses, %50 beden dili. Bir radyo programını yapan bir spikerin dahi kimse beni görmüyor deyip heykel gibi durmasının bir anlamı yoktur. Çünkü o ifadesiz duruş onun sesine de yansıyacaktır. Yani hepsi birbirine bağlı. İyi iletişimin temelinde sevgi ve saygı yatmalı. Saygının sevginin de belirtileri de var. Kurduğu tümceler ve kılık kıyafetine gösterdiği özen karşı tarafa mesaj verir. Seni sayıyorum ve seviyorum demiştir. Karşı taraf bunu anladığı andan itibaren doğru iletişim başlar. Mahkemelerde konu teşkil eden davaların çoğu hep iletişim eksiliğinden oluşur. Anlatamaz derdini ve anlaşılamaz. Böylece dava da sonuçlanamaz.
Türk medyası Türkçe'yi nasıl kullanıyor?
Medya dünyasından şikâyetçiyim. Dilimizin kirlenmesine sebep olan çoğunlukla medya oluyor. Çok basit bir sözcükle örnek vereceğim. “Saha” mı “sa:ha” mı diye? Futbol maçını anlatan spikerler “sa:ha” yerine “saha” diyorlarsa burada bir sıkıntı var. Nereden çıktı bu “saha” sözcüğü? Medyayı eleştirirken orada %10’luk bir kesimin baş tacı olan insanlar olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Türkçeyi doğru sergileyen insanlardır onlar. Eskiden çok büyük bir özen vardı. Çünkü dersine çalışmadan konuşmaya başlamazdı insanlar. Dersimize çalışmak yaptığımız göreve saygıydı. Halkın huzuruna çıkardık tabi. Halkın huzuruna inilmez. Halkın huzuruna inmekten bahseden insanlar var bugün. Halk yüce bir kavramdır. Ona inilmez ona çıkılır! Halkın huzuruna çıkıyorsan özenli olmak zorundasın.

Galat-ı meşhur çoğalırsa dil biter

Şimdiki televizyoncularda ne tip hatalar yapıyorlar? Hangi metni okuyacak ya da sunacaksa hazırlık yapardı benim kuşağım. Ben bugün bu gayreti görmüyorum. Demek ki sözlük bir başvuru kaynağı olarak hep elinin altında olmalı. Bu başvuru kaynağı sadece anlam bulma adına değil, hangi hece kısa hangisi uzun söyleniyor, hangi hecede vurgu var bunu da bulmak adına sözlük önemli. Örneğin, rakım deyip duruyorlar “ra:kımdır” doğrusu. Yükselti anlamına gelir. Şahane Pazar diye bir program yaptılar. “Şa:ha:ne”dir doğru olan. Dili özensiz kullananlar çok büyük kötülük ediyorlar bize. Galat-ı meşhur hatalı yaygın kullanılışa verilen addır. Galat-ı meşhur çoğalırsa dil biter. Hatalı yaygın kullanışa sürekli hoşgörü ile bakarsak dilin aslını kaybederiz. Konfüçyüs’a soruyorlar. Diyorlar ki bir ülkeyi idare etmek için seni davet etsek ey bilge! Önce dilini düzeltmekle başlarım. Dil doğru bir şekilde kullanılamıyorsa fikirlerin ikinci, üçüncü şahıslara intikalinde bir sıkıntı vardır. Yeterince anlatılmamış olan görevlerin, kişiler tarafından anlaşılıp yerine getirilmemesi de mümkün olmayabilir. Böyle olunca düzen şaşar, töre şaşar. Düzen ve töre şaşarsa adalet şaşar. Adalet şaşarsa ülke batar diyor. 2600 yıl önce söylenmiş bir söz dilin kıymetini anlatıyor. Yani bu konuda özenli olmak, hem kendine hem karşı tarafa saygı duymaktır.
Sıkça yapılan başka hatalar neler? Örneğin, K harfi “ka” diye mi okunur “ke“ diye mi? 
Sözlüğü açıp baktığımızda sessiz harflerin yanına “e” harfinin eklendiğini görüyoruz. Doğru olan budur. Bu nereden çıktı peki? “PEKEKE” dedikleri için çıktı. Buna karşı “PEKAKA” dendi. “SGK” dediğin zaman sosyal güvenlik kurumundan bahsediyorsun fakat “ka” harfi sözlüğü açtığında “Ke” harfidir. CNN yabancı bir markadır onu Türkiye’de “CENENE” demenin bir anlamı yok. Aynı şekilde TRT Türkiye kanalıdır TRT yurt dışı kanalında da Türkçe olarak söylenmelidir. Ben şunun altını özellikle çizmek istiyorum. 
Harflerin üzerindeki şapkalara ne oldu?
Diyorlar ki harflerin üzerindeki şapkalar kalktı. Hayır hiçbir zaman kalkmadı. 50 yıl önceki sözlüğü de alsan, bugünkü sözlüğü de alsan “hala” ve “hâlâ” ayrı şekilde yazılmıştır. Biz kalktı diye bir laf attık ortaya. Bana göre kalktı denmesinin sebebi bilgisayar çağında klavyelerin üzerine inceltmesi olan bir “a” harfini koyamamamız. Yazışmalarda dahi kaldırdık bunu. Bu bizim tembellik ve sorumsuzluğumuzdur. 
Türkçenin korunabilmesi için ne yapmamız gerekiyor? Eğitim dünyamızın bu işe çok temelden yaklaşmasında fayda var. Doğru konuşmak için eğitilmeye hepimizin ihtiyacı var. Bu demek ki çok çalışmayı, çok okumayı, kelime dağarcığını doğru söyleyerek zenginleştirmeyi getiriyor. O zaman sır ortada. Okumayı unuttuk. Biz okumayan bir toplumuz. Teknolojinin gelişmediği internetin bu kadar yaygın olmadığı dönemde dahi bu böyleydi. Demek ki düşük bir okuma oranımız var. Okumadığımız için sözcükleri kullanmakta sıkıntı çeker hale geldik. Az sözcükle konuşuyoruz, karşı taraf da az sözcükle anlar hale geliyor. “Slm” yazıp, selam diyor. Hadi onu bir kenara koyalım. Az karakterle çok mana aktarabilme gayreti diyelim. Konuşmada asla ve asla kestirmeden anlatmak değil anlaşılabilir olarak anlatmak esastır.

Kabahat benim

Üniversite çağına geldiği halde hala Türkçeyi doğru konuşamayan ve yazamayan öğrenciler neler yapmalı?
O çocukları asla suçlayamam ve kızamam. Ben neyi veriyorum da neyi istiyorum diye sorgularım. Demek ki yeterince veremiyor ve öğretemiyorum. O halde kabahat benim. Onlara doğruyu verebilmek, doğruyu yansıtabilmek benim derdim. Ben hep öğrencilere abartılı okumaya çalışın ki dil ve dudak tembelliğiniz ortadan kalksın derim. Bu sözcükleri daha rahat telaffuz edebilsin, dili daha rahat dönsün diye bir metot olarak rica ettiğim bir husustur. Bunu yapmak yetmeyecek elbette. Bunun yanında kelime dağarcığını zenginleştirmek şarttır. Dilin musikisini ihmal etmemek için şiirle ilgilenmek şarttır. Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dil olsaydı, Türkçenin musikisi ortadan kalkardı. Oysaki dilin musikisi 1930’ların ikinci yarısından sonra konservatuvarlarda zorunlu ders haline gelmiş olan Diksiyonla başlıyor. Diksiyonun baz aldığı Türkçe de İstanbul Türkçesidir. Burada hem rahat söyleyişler, hem musiki vardır. 

Spiker bir dünya insanıdır


 TRT’nin 90’lı yıllardaki en tanınmış haber spikerlerinden Nermin Tuğuşlu emekli olduktan sonra özel bir iletişim akademisinde spikerlik dersleri vermeye başlamış. Tuğuşlu’yla meslek hayatına nasıl başladığını, kariyeri boyunca karşılaştığı ilginç olayları, Türkiye’deki haber spikerliği mesleğini ve haber spikeri olmak isteyen gençlerin neler yapması gerektiğini konuştuk. Tuğuşlu’ya göre televizyon haberciliğini doğru bir şekilde yapmak için metni okumak yeterli değil. Spikerin habercilik konusunda donanımlı olması gerekmekte. Tuğuşlu TRT tarihinin bu konudaki en iyi örneklerinden biri olarak Mehmet Ali Birand’ı gösteriyor. Tuğuşlu’ya göre Birand bir metni okurken Türkçe hatalar yapıyordu fakat metne ve irdelediği konuya fazlasıyla hakimdi.

Meslek hayatınıza nasıl başladınız?
Yabancı Diller Yüksek Okulunda okuyordum. Derslere gittiğim bir gün TRT’nin sınav duyurusunu gördüm. İlgiliydim ve arkadaşlarım da benim bu ilgimi biliyordu. Radyo dinlemeyi çok severdim ve hep içimden o zamanın koşullarında gazeteci olmayı hayal ederdim. 1980 yılında Ankara’da TRT’nin 10.000 kişi için açtığı sınava girdim. Ön elemelerin ardından 4-5 farklı sınava girdik. Her eleme sonrası listede adımı görünce, bu işin ciddiye doğru gittiğini anladım. Sonunda 9 kişi eğitim hakkı kazandık. Eğitimimizi tamamladıktan sonar ilk görev yerim Erzurum oldu. TRT Haber Merkezinden de emekli oldum.

TRT yıllarınızda unutamadığınız bir anınız var mı?
Anlatacağım çok şey olabilir fakat gerçek şu ki bu mesleğin her anı bir anı. Her spikere denk gelir mi bilmem ama ben 1980 askeri darbesi gerçekleşirken Erzurum’da çalışıyordum. Askerler radyoya gelmişlerdi. TRT tek yayın organı olduğu için işler biraz daha kolay olmuştu. Radyoda çalıştığım esnada yayın kesilmişti. Darbeci askerler yayın hiç kesilmeyecek dediler. Dolayısıyla bir jeneratör getirildi. Ben de orada bir özür anonsu yaptım yayın kesildiği için. Canlı bölmede ben o anonsu yaparken camın ardında bir yığın asker bana bakıyordu. Mesleğimin daha ilk aylarında, 20’li yaşlarımdaydım. Çok tecrübesizdim ve çok heyecanlanmıştım. O anımı hiç unutamam. Yaşadığım bir kilometre taşıydı.

Şu anki spikerlerle sizin döneminizdeki spikerler arasında ne gibi farklılıklar var?
Bizim dönemimizdeki koşullar tabii ki çok farklıydı. Bir yayın kuruluşu olarak sadece TRT vardı. Bir kamu kuruluşu olduğu için yasal sorumlulukları olan bir kurum. Dolayısıyla Türkçeyi iyi konuşmak, nitelikli eleman yetiştirmek, bunun devamlılığını sağlamak gibi bir görevi de vardı. Türkçeyi iyi kullanan insanlar toplumu da etkiler. Topluma da Türkçenin nasıl kullanılması gerektiği konusunda örnek olurlar. Aynı zamanda kişilikleriyle de tabii. Şimdi zaman değişti, kitle iletişim araçları gelişti, yayın kuruluşları arttı. Burada öncelikler de değişti. Yani Türkçeyi doğru kullanmak öncelikler arasında yer almayınca, bu kaygıların ötesinde ticari kaygılar öne çıktı. Özel kanallar ayakta kalabilmek, reklam alabilmek için her şeyi yapar noktasına gelince hiç kimsenin kullanılan dille ilgili bir kaygısı kalmadı. Zaman zaman son dönemlerde biraz daha iyileştirilmeye çalışıldığını görüyor gibiyim. Her kanalda değil elbette. Kısacası iletişim araçları gelişip öncelikler farklılaştıkça artık TRT bile neredeyse bu düzenin içine kaydı. Gidişat iyi değil bana kalırsa. TRT’deki o spiker kavramı kalmadı bana göre. Kalmamalıydı da zaten. Yani bir insan çok iyi Türkçe konuştuğu ve sesi iyi olduğu için bu işi yapmamalıydı bana kalırsa. Ama dediğim gibi o zamanın koşulları gereği bu iş böyle yapılıyordu. Radyoculuk ağırlıklıydı ve hep okuma üzerineydi. Televizyon girince kamera girdi, canlı yayınlar başladı, yurt içi ve yurt dışı haberleri de girince işin daha çok arazide olup muhabir gibi çalışabilme boyutu ortaya çıktı. Spiker sadece stüdyoda oturup haber okuyan biri olmaktan çıktı, çıkmalıydı da zaten. Öyle şeyler hatırlarım ki yayın esnasında okuduğu metni bir kez daha okuyan spiker hatırlıyorum. Çok güzel okuyor fakat ne okuduğunun farkında değil. Böyle kişiler spiker olmamalı bence. Çünkü okuduğunuz şeyi anlamanız da lazım. Biz anlatıcı olduğumuz için anlatacağımız konuya ya da metne hâkim olmamız lazım.
Kısacası artık spiker eline kâğıdı alıp haber okuyan ya da program sunan değil, o işin arka planında mutfağında oluşumunda hazırlanışında her şeyinde katkı sağlamak durumunda olan insandır. Spiker bir dünya insanı olmalıdır. Her şeyden haberdar, farkına varan, takipçi, direnen, meraklı ve sabırlı olmak en önemli unsurlarındandır.
Haber spikerleri aynı zamanda gazeteci de olmalıdır diye bir görüş var. Buna katılıyor musunuz?
Şöyle bir durum var bugünü eleştirirken aslında bu noktaya gelinmesinde bir dönemin yani bir dönem spikerlerinin de katkısı vardır. O dönemin bir grup spikerlerinin neden mankenler haber okuyor diye kızdıkları zamanları hatırlıyorum. Birkaç tanesine haksızlık yapıldığını da düşünüyorum çünkü onlar iyi eğitim almışlardı. Şimdi neden gazeteciler haber okuyor diye kızma hakları yok aslında. Bunun nedeni kendileri. Az önce bahsettiğim donanımlardan eksik olmaları, haber izlememeleri, gündemi takip etmemeleri, soru sormamaları nedeniyle bu işi artık gazeteciler yapar hale geldi. Çünkü gazetecilik donanımları eksik kaldı spikerlerin. Sadece ekranda görünüyor olmakla mutlu olan, işin tamamının bu olduğunu düşünen bir anlayışla yaptılar bunu. O yüzden şu an eleştirdiğimiz insanlar gazeteci oldukları için bu işi yapar duruma geldiler. Yani bir spiker gazeteci gibi olmalıdır. Bu yüzden de gazetecilere kızmamak lazım. Spikerler kendilerini geliştirmedikleri için onların yerine onlar geldi. Mehmet Ali Birand spiker miydi? Hiç kimse bunu söyleyemezdi. Ama o insan kendince kendi diliyle bülten anlatıyordu bize. Kızıyorduk çok büyük Türkçe hatalar yapıyor diye ama kendisi ben spiker değilim zaten diyordu. Hep söylerim beşi bir yerde olsa ne güzel olur diye. İyi bir ses, iyi bir Türkçe, bilgi birikimi, görüntü, soru sorabilen, gündemi takip edebilen insan arıyoruz aslında fakat bunların hiçbirini bir araya getiremiyoruz.

“İletişim mezunu olmak gerekmiyor”
Haber spikeri olmak isteyenler gazetecilik mezunu olmak zorunda değiller ancak yetkin bir donanıma ve gazetecilik unsurlarına sahip olmaları gerekir. Zannediliyor ki iletişim fakültesi mezunu olanlar bu işi çok iyi yapacak insanlardır bu sektörde. İstisnalar elbette vardır fakat ben hiç öyle düşünmüyorum. Kanallarda çalışanların çoğunun esas mesleklerine bakın. Mühendis, veteriner, hukuk fakültesi mezunu. Bütün bunlar akademik bir eğitim gerektiren şeyler. Bunların içinde yoğrulan insanlar ekrana çıkıp bir şeyler anlatabilirler. Haber merkezi aynı zamanda sizi eğiten bir okuldur. Ben bir röportajımda uluslararası ilişkiler konusunda konuşuyordum. Bana uluslararası ilişkiler eğitiminizi nerede aldınız diye sordular. Almamıştım ancak araştırıp, okuyordum, çok çalışıyordum.
Bir örnekleme daha yaparsak. Televizyonda muhabirin biri Van depremine gitmişti stüdyoya gelip izlenimlerini aktarıyordu. Depremde şöyle oldu, böyle oldu diye anlatırken bir süre sonra bölgenin fay hatlarını, bölgenin tektonik yapısını anlatmaya başladı. CNN Türk muhabirliğinin yanına bir de jeoloji mühendisliği unvanı eklendi. Her meslek habercilik ve gazetecilikte bir artıdır. Örneğin TRT bir değişikliğe gitti diye biliyorum. İletişim mezunları ve diğer bölümlerden mezunları iki farklı şekilde sınav yaptı. Ne yaparsanız yapın kendinizi donatın.


“Haber ciddidir!”
Bizim duyduğumuz bildiğimiz kadarıyla eskiden TRT spikerleri duygularını katmadan haberleri sunarlarmış. Şimdi bunun tam tersi örneklere şahit oluyoruz. Sizce hangisi daha doğru bir yaklaşım?
Haber spikerliği zor bir iştir. Bunu mimik jest meselesiyle tarif etmeye kalkarsak ekrandaki bir spikerin her hareketinden anlam çıkarabilirsiniz. Okuduğu her haberle ilgili duygu düşüncelerini yansıtan biri varsa karşınızda, okuduğu haberle ilgili bizim de bir yargımız oluşur. O nedenle haber spikerliğinin zorluğu buradadır. Katıldığınız ya da katılmadığınız her konuyla ilgili haber okursunuz. Her haberle ilgili bir mimik ya da ifade geliştirecekseniz işinizi çok zora sokarsınız. O yüzden haber spikerlerinde biraz nötr duruş vardır. Eskiden bu en doğru hali buymuş gibi algılatıldı, bu doğru. Ciddi! Haber ciddidir! Bu öğretildi. Ama sunduğunuz haberin içeriğiyle ilgili olarak insani şeyler de yaşatabilirsiniz. İnsanları yönlendirmek değildir bu. Üzücü bir olay olduğunda gülemem ya da komik bir olay olduğunda suratım asık sunamam gibi. Haber spikeri bir insan ve insani değerlerle ya da tepkilerle ilgili ifadeleri olabilir. Bu çok doğaldır ama bunu herkese işte benim düşüncem bu şeklinde sunması da gerekmez. Her habere göre bir mimik geliştireceksem bültenin başından sonuna kadar sürekli ifade değiştiren biri olacağım demektir. Ben bir spikeri izlediğimde çok fazla mimik yapıyorsa, ben onun mimiklerini takip etmeye başlıyorum bir süre sonra. Bu beni haberden koparabiliyor. Bir spiker kendini haberin odağına koyuyorsa haber gider. Dünya televizyonlarına baktığımızda da haberciler haberlerini sade bir şekilde anlatıyorlar. Biz olayı yaşatmayı seviyoruz. Örneğin, bir trafik kazasında bir ölüm haberini öyle abarttık ki, müziklerle verdik.
Ancak günümüz koşullarına haber evrensel değerlerini kaybetti. Şunu da düşünüyorum özgür habercilik var mıdır? Zordur. En ideal yönetim nedir diye insanoğlu yüzyıllardır savaş veriyor. Demokrasi deniyor. Demokrasi aslında en iyiye giden, en iyi yol deniyor bir taraftan. Hala en iyiye gidiyoruz yani. Hiçbir şeyin en iyisi yok. Yayıncılıkta bu çok daha uzak bir ihtimal. Çünkü ticari kaygıları var. TRT’yi eleştirdiğimizde diyoruz ki kamusal sorumluluğu var. Peki orada var mı tarafsızlık? O bile tartışılıyor artık.

Türkçeyi doğru konuşamayan ve yazamayan gençler neler yapmalı?
Hiçbir zaman çok okuyan bir toplum olmadığımızı düşünüyorum. Teknolojinin hayatımıza yoğun bir biçimde girmesiyle bunun daha da gerilediği düşünüyorum. Teknolojiden bir şeyler okurken bile okuduğumuz şeyin konuşma dili olduğunu görüyorum. Okumadığı için de konuşamıyor. Ancak şöyle de bir durum var. Çok iyi yazan bir yazar çok iyi de konuşamayabiliyor. Vaktinin çoğunu yazmaya ayırdığı için böyle bir durum olabilir. Ancak konuşan kişiler tarafından bu çok büyük bir riske dönüşebilir.
Çok okuyan bir toplum değiliz. Müfredat gereğiyle de gerekli gereksiz bilgilerle donatıldığımız için ortalama bir öğrenim kazanıyoruz. Okumak tek başına kendini geliştirmede elbette yeterlidir ancak merak etmek hayatın en önemli büyüsü. Merak etmek için de araştırırsınız, kitaba başvurursunuz. Merak etmek ve takip etmek insanı insan yapan en temel değerlerden birisi. Kitap bir dünyadır. O dünyanın içine girdiğiniz her adımda siz başka insan olur zenginleşirsiniz. O zaman güzel konuşursunuz, dinlemeyi öğrenirsiniz.

“Hayata bakış açımızı etkiliyor”

Televizyon Türkçemizi olumsuz yönde etkiliyor mu?
Televizyon yalnızca Türkçemizi değil her şeyimizi etkiliyor. Hayata bakış açımızı etkiliyor. Biz TRT’de bir hata yaptığımız zaman büyüklerimiz bizi uyarırlardı ve doğrusunu öğretirlerdi. Biz bunu saygıyla karşılardık. Ama şimdi yanlışın ne olduğu tam olarak belirli değil. İnsanların kendine göre doğruları var. Oysa ses dediğimiz dünyanın içindeki doğrular bilimsel olarak saptanmış gerçekler. Biz buna fonetik bilimi diyoruz. Buradan hareket ettiğimizde o kelimenin nasıl okunacağı belli. Ama ben böyle okuyorum diyen insanlar varsa televizyonlar işte o insanları etkiliyor.

Spikerlik düşünen gençlere önerileriniz neler?
Spikerlik insanı geliştiren, dünya insanı yapan, evrensel bakış açısı geliştiren herkese eşit yakınlık ve uzaklıkta olmayı sağlayan beceriler sağlıyor. Spikerlik mesleği insanı canlı ve diri tutuyor. Öncelikle disiplinli çalışsınlar, her şeyi herkesi dinlesinler. Her meslekte olduğu gibi bu meslekte de kendiniz olmanız önemli ama kendiniz olmak için de epey çalışmak gerekli. Kendinizdeki değerleri ve yapabilecek olduğunuz değişiklikleri anlayıp, o yönde kendinize yetmeniz lazım. Sürekli olarak araştırsınlar, dinlesinler. Kulak algıları ve görsel algıyla birlikte bütün o insanı ve evreni anlama mücadelelerini güçlendirsinler. Bu meslek görselliğinin ötesinde insanı farklı bir noktaya taşıyor. Kişiliğiniz gelişiyor, insan ilişkilerinizi sağlıklı bir şekilde götürebiliyorsunuz, sakinleşiyorsunuz.

Gençlere söyleyebilecek olduğum tek şey umutlarını yitirmemeleri. Geçen gün okuduğum bir yazıda şöyle diyordu: “Ebeveynlerin çocuklara verebilecekleri iki şey vardır. Biri kökleri, diğeri kanatları”. Sizin kanatlarınız var, istediğiniz gibi uçabilirsiniz. Yeter ki doğru rota belirlensin.

Manço'dan önce Doğukanım



Doğukan Manço deyince hemen aklımıza “Barış Manço’nun büyük oğlu” imgesi gelir. Doğukan Barış Manço’nun oğlu olmaktan gurur duyuyor ama öncelikle de kendi ismiyle, kendi yaptıklarıyla bilinmek istiyor. Manço geçtiğimiz günlerde DJ olarak sahne almak için Eskişehir’deydi. Manço ve proje ortağı Funda’yla Eskişehir performanslarından hemen önce bir röportaj gerçekleştirdik. Manço’nun ABD günlerinden, Survivor tecrübesine kadar farklı konulardaki sorularımıza yanıtlar aldık.

Hep sorula bir soruyla başlayayım. Yeni çalışmalar, projeler nasıl gidiyor?

Funda’yla yeni bir projeyle başladık. Beklediğimizin üzerinde ilgi gördük. Cover değil de sıfır bir şarkı yapalım istedim. Fundayı aradım ertesi gün ve buluştuk. Standartların üzerinde bir klip çektik. Fundayla biz Belçika’dan tanışıyoruz ama iş için hiç bir araya gelmemiştik. Funda’yla birlikte hiphop tarzı çalışmalarımız devam edecek.

Sahnenizde vazgeçmem dedikleriniz müzik türleri nelerdir?
Sanırım R&B ve Reggaeton olmadan müziğimden keyif alamam.

Manço: “Ben de iletişim okudum”

Müzikten önce radyoculuk yıllarınız var sanırım.
İlk 1998’de teknik lisede Radyo-TV ve Gazetecilik okuduğum yıllarda başladı. Yurt dışına gittim geldim ve radyoculuğa 2010 yılına kadar devam ettim. Yurt dışında internet üzerinden ve FM bandından ortaklarımla birlikte Florida Türk radyosunu kurduk. Onlar yatırım konusunda yardımcı oldu, ben de tecrübemle katkıda bulundum. Bu yıllarda Türk geceleri düzenledik ödüller aldık. Türkiye’ye döndükten sonra da askere gidene kadar devam etti radyo geçmişim. Askere gitmemle birlikte DJ’liğe başladım. Komutanların düğün ve sünnet, 23 Nisan şenlikleri derken bu performansımı sahneye taşımam gerektiğini düşündüm.  Askerlik sonrası da profesyonel DJ’liğe başladım. 6 yıldır devam ediyor. İleride vaktim olması durumunda yeniden radyolara dönebilirim.

8 yıl Amerika yaşamışsınız. Orada neler yaptınız?
Aslında yoğun, keyifli ve bir o kadar da zor bir tecrübe oldu benim için. Boyacılık, servis şoförlüğü, vale, garsonluk, radyoculuk. Şu an baktığımda iyi ki yapmışım diyorum. Türkiye’ye döndüğümde şu an çalıştığımız ekip arkadaşlarımızla uyum içinde çalışabilmemi o günlerde edindiğim tecrübelerime bağlıyorum. Alın terinin ne demek olduğunu öğrendim. Bir şarkımızda da “öldürmeyen her darbe güç verir bana” diyoruz. Yaşanmışlıklarımızdan gelen sözümüzdür bu.

Çocuğum olursa motor sporlarına ilgisi olsun demişsiniz.
Motora karşı ilgim var ama tutkulu değilim. Erkek çocuğum olursa baba eksikliğim yüzünden yaşayamadığım şeyleri oğlumla yaşamak istiyorum. Motor sporlarına ilgim 5-6 yaşında başlıyor. Uzaktan kumandalı arabalarla oynarken onları bozup tekrar parçalarını bir araya getiriyordum. 15 yaşına geldiğimde profesyonel carting  yarışlarına  başladım. 18 yaşına geldiğimde annem beni yarış okuluna gönderdi ve pist yarışlarına katılmaya başladım. 2007’de Amerika’da olduğum yıllarda da drift yarışlarına başladım. O zaman daha Türkiye’de başlamamıştı. Benim Türkiye’ye gelmemle birlikte başladı. İlk pilotlarından biriyim o yüzden. Son klibimizde de motor sporlarındaki hünerlerimi sergilemek istedim.

“Survivor’a kendi kimliğimi kazanmak için katıldım”

Bir dönem Survivor’da yarıştınız. Bu sürecin size etkileri oldu mu?
Ben 2013’te Survivor’a katıldım. Bu benim stratejik bir yaklaşımımdı. Amacım kendi kimliğimi kazanmaktı. Ben ne yaparsam yapayım babam Barış Manço üzerinden gösterildim. Bu benim için elbette gurur verici ve bunu sonuna kadar gururla taşırım. Benim istediğim önce Doğukan Manço diye bilinmek ama aynı zamanda Barış Manço’nun da oğlu olmak. Bunu bu ayrımla yapmaları için çabaladım. İnsan her zaman birey olarak tanınıp sevilmek ister. Ben kendi başarılarım ve başarısızlıklarımla anılmak isterim. Bunların aileme yansımasını istemem. Nitekim katıldığım yarışmada ikinciliğe kadar çıktım. Bu başarım yüzünden Survivor All Star’a bir daha davet aldım. Bu yarışmanın bana en büyük kazanımı kimlik kazandım. İnsanlar dışarıda beni ismimle çağırmaya başladı.

İşaret diliyle masal dinleyerek büyüdüm

Kodalar işitme engelli anne ve babanın yanında büyüyen çocuklara deniyor. Bir koda olan Kadir Demir’e göre koda olmak aslında iki dünya arasında kalmak, işitme engelli olmayan bireyle ve işitme engelliler arasında kalmak.

İşitme engellilerin bambaşka bir dünyası var. Çoğu işitme engelli doğumundan itibaren engelsiz bireylerden farklı bir iletişim yeteneğiyle gelişimini tamamlıyor. İşitme engellilerin dünyayla irtibata geçmelerinde en önemli iletişim kanalı kullandıkları işaret dilleri. Bu işaret dilleri ülkeden ülkeye hatta aynı ülke içinde bölgeden bölgeye farklılık gösterebiliyor. Bu farklılıklara da diğer dillerde olduğu gibi şive deniyor. Örneğin bir Eskişehirli işitme engelli birey Vanlı bir işitme engelli bireyle iletişim kurarken küçük yanlış anlaşılmalar yaşayabiliyor. Bütün bu konuları bir koda olan ve aynı zamanda işaret dili tercümanlığı ve eğitmenliği yapan Kadir Demir’le konuştuk.
- Öncelikle, koda diye bir kavram duydum. Bunun anlamı ne?
Ben bir kodayım. Anne ve babası işitme engelli olan çocuk kodadır. Kodalık aslında iki dünya arasında kalmak gibi bir şey. Normal bireyler ve işitme engellilerin arasında kalmak. İki kültürün arasında bir boşluk. Çocukluğundan beri sessiz bir aile. Normal bireylerin arasına girdikten sonra arasındaki farkı öğreniyorsun. Çocukluktan beri anadilinizin işaret dili olduğu için sürekli işaret diliyle konuşuyorsun. Aslında dünyaya işitme engelli olarak gelmeyip işitme engellilerin yaşadığı hayatı da yaşıyoruz bir taraftan. Anne babanızın bir nevi hayat koçu oluyorsunuz. Çünkü onları siz yönlendiriyorsunuz, günlük hayattaki iletişim bağını, dış dünya ile ihtiyaç ve kontrollerini. Küçük yaşta sorumluluğunuz da başlıyor. Normal bireylerin aileleri çocuklarına masal okurken siz işaret dilini kendinize masal saymaya başlıyorsunuz.
-Anadili işaret dili olan bir ailede Türkçeyi nasıl öğrendiniz?
Benim avantajım benden yaşça büyük abimin olmasıydı. Komşular ve akrabalarım vardı. En büyük yardım da evde televizyonun olmasıydı. Etrafında engelsiz birey olmayan çocuklar konuşmaya daha geç başlıyorlar. Türkçe öğreniminde sorunlar yaşıyorlar, daha geç konuşmaya başlıyorlar. Ana dili İşaret dili olan çocuk 2 yaşında Türkçe konuşamazken, işaret dili konuşabiliyor.
Türk işaret dilinin yasaklanması
- Türk işaret dili (TİD) nedir? Neden özellikle ‘’Türk’’ diye belirtiliyor?
İşaret dili her ülkeye göre değişiyor. Türk işaret dili sadece Türkiye’de kullanılan bir dil olduğu için Türk olarak belirtiliyor. Vücut, parmaklar, eller, yüz ve mimiklerin kullanılarak konuşulduğu görsel bir dil işaret dili. Biri olmazsa diğeri anlamsız kalıyor. Çünkü bir kelime birden fazla anlama geldiği için yüz ve mimiklerle o ifadeyi veremediğiniz takdirde anlam ortaya çıkmıyor. Uzun bir geçmişe sahip olan İşaret Dili 600 yıl kadar geriye gidip temelleri Osmanlıya kadar dayanıyor. İlk işaret dili okulu 1902’de kurulan Yıldız Sağırlar Okuludur. Ancak 1953’te çıkan bir kanunla işaret dilinin kullanılması yasaklanıyor. Bunun gerekçesi olarak da işaret dili kullanımının çocukların konuşmasını gerilettiği gösteriliyor. Bu kanunun çıkmasının ardından da işitme engellilerin eğitimlerine sözel olarak devam etmeleri sağlanıyor. Bu yasak TİD’in gelişimini olumsuz etkiledi diyebiliriz.
-Yerel ve uluslararası işaret dili arasındaki farklılıklar/benzerlikler ve zorluklar nelerdir?
Uluslararası İşaret dili dediğimizde birden fazla ülkenin işaret dili olduğunu düşünürsek yerel işaret diliyle arasında neredeyse hiçbir benzerlik olmadığını söyleyebilirim. Basit bir örnek vermek gerekirse biz Türk İşaret Dili konuşurken iki elimizi kullanırken, diğer ülkelerin işaret dillerinde tek el de kullanılabiliyor. Uluslararası İşaret dili daha yeni ve güncel bir dil olduğu için akademik terimlerin işaret dilindeki karşılıklarına da sahiptir. TİD bu konuda, akademik terimlerin çevirilerinde zorluklar yaşıyor, yetersiz kalıyor.
“Hastanelerde ve mahkemelerde hatalara sebep olabilirsiniz”
- İşaret dili çevirmenliği yapıyorsunuz? Sözcükleri çevirirken karşılaştığınız zorluklar nelerdir? Her kelimenin karşılığı var mı? Bir işaretin birden fazla anlam içerdiği durumlar oluyor mu?
Öncelikle çevirmenin işaret diline doğru hâkim olması gerekiyor. Mahkemede yaptığınız hatalı bir işaret dili çevirisi yargılanan kişinin yanlış yargılanmasına sebep olabilir ya da bir hastaya yanlış tedavi uygulanmasına sebebiyet verebilirsiniz. O yüzden dikkat gerektirdiği kadar iyi de bir çevirmen olmanız gerekiyor. Bir işaret birden fazla anlama elbette gelebiliyor. Siz doğru anlamı cümlenin yapısından anlıyorsunuz. Yapboz gibi düşünelim. Doğru parçayı doğru yere koymak zorundasınız ki anlam oluşsun. Bu yüzden işaret diline hâkimiyet de çok önemli. Bir işaret birden fazla anlam taşıdığı gibi birden fazla anlama gelen bir sözcüğün de farklı işaret dili olabiliyor.
- Türkiye'nin farklı bölgelerinden gelen kişiler işaret dilini biliyorlarsa %100 anlaşabilirler mi? İşaret dilinin bölgelere göre değişen aksan farkı var mı?
Elbette anlaşabilirler ancak tüm dillerde olduğu gibi işaret dilinde de bölgesel olarak değişen şiveler var. Yine bu farklılığı cümleden anlamaya çalışarak başarabilirsiniz. İşaret dilindeki şiveyi ‘’dilin zenginliği’’ olarak değerlendiriyorum ben. Örneğin İstanbul’da kullanılan Salı günü İç Anadolu bölgesinde farklı gösteriliyor. Elbette bu farklılıklar çok fazla değil ve bu yüzden anlam karmaşası oluşturmuyor.
- Televizyonlarda işaret dilinin de kullanıldığı programlar var. İşitme engelliler bu programlara önem veriyor mu? İşaret dilinin kullanılmadığı programlar izlenmiyor mu?
Bir çevirmenin anlattığı program elbette çok rağbet görüyor, merak uyandırıyor. İşaret dilinin kanallarda uygulanması yeni başladı. Bu yüzden o programın işitme engelliler arasındaki popülaritesi artıyor. TRT’de Bahar Gökkuş’un çevirmenliğinde yayınlanan haber programı oldukça ilgi görüyor. Çünkü işitme engelli halkın da haber alma ihtiyacını karşılıyor ya da Show TV internet sitesinden yapılan dizi çevirileri de izleniyor. Sessiz bir ekrana bakıp dudak okumaya çalışmak anlam kazanıyor. Bir futbol maçını ya da bir belgeseli izlerken böyle bir sıkıntı olmazken, işitme engelli halkın haber alma ve eğlenme ihtiyacının karşılanması onlara değerli geliyor. İşaret dilinin kullanılmadığı programlarda dudak okumak, alt yazı okumaya çalışmak zor oluyor. Çünkü daha önce duymadığı ama işaret dilini bildiği bir kelimeyi okumak cümlede anlam karışıklığına sebep oluyor.
- İşaret Dilinde ‘’özel isimler’’ nasıl belirleniyor? Örneğin Türkiye'deki her ilin ve ilçenin işaret dilinde bir karşılığı var mı?
TİD’de her kelimenin bir karşılığı olduğu gibi her il ve ilçenin işaret dilinde bir karşılığı var. Sadece ‘’kişi isimlerinde’’ farklılığa uğrayabiliyor. Yani Kadir’i parmak alfabesiyle göstermek yerine bir işaret oluşturuyorsunuz, çevreniz sizin adınızı o işaretle öğreniyor. Yeni tanıştığınız kişilere de kendinizi tanıtırken “ismim Kadir, işaret dilindeki ismim de şöyledir” diye gösteriyorsunuz.
- İnternet teknolojisi ve sosyal medya işaret dilini kullananların hayatlarına ne gibi kolaylıklar getirdi?
Tuşlu telefonlardan 3G uyumlu telefonlara geçişimiz elbette işitme engelliler açısından büyük önem taşıyor. İşitme engelliler telefon görüşmesi yapamadıkları ve mesaj yazmada bozuk cümle yapısı kullandıkları için bireylerarası iletişimde zorluk yaşıyorlardı. Şu an 3G kullanımıyla bu sorun ortadan kalktı. Görüntülü arama yapıp rahat bir şekilde iletişim kurabiliyorlar. Aynı şekilde sosyal medya kullanımıyla da nerede neler yapmışlar bu bağlantılar sağlanıyor.
- Türkçe işaret dili eğitimi almak için ne yapmak gerekir? Bu pahalı bir eğitim mi?
STK’larda, gençlik merkezlerinde veya herhangi bir kurumda kurum kendisi karşılayabiliyor. Katılımcılardan ücret almıyor. Üç aylık bir eğitim veriliyor ama bu eğitim öğrenmek için yeterli olmuyor. Öğrenebilmek için işitme engelli bireylerle iletişime geçmek gerekli. Bunların dışında belirli dil okulları var tabi bunlar bireysel olarak ücret alıyor. Bu da genelde 500 TL civarı diyebiliriz. Bu eğitimin diğer ücretsiz eğitimlerden bir farkı yok. Sadece özel kuruluş ücret karşılığı veriyor. Eğitim aynı içeriğe sahip.
- İşaret dili bilenler için iş fırsatları neler? 
Müthiş iş fırsatları var. Bu alanda ciddi anlamda bir ihtiyaç, açık var. Özel sektörde ve kamuda tercüman zorunluluğu ile birlikte birçok iş imkânı açıldı.
-  İşitme engellilerin yaşadığı sorunlar nelerdir? Bunlara ne gibi çözümler bulunabilir?
En önemli sorun eğitim. Bizim kendi düşüncemiz öğrencinin anlamadığı sınıfı geçmemesidir. Eğitmenlerin sabırlı olması gerekli bu konuda. İşitme engellilere özel okullar açılabilir. Akademisyenler buralarda ders verebilir. İki dille eğitim imkânı olmalı ki kendini geliştirebilsin. Burada her şey eğitmende bitiyor.
- İşaret dilini ‘’işitme engelliler’’ nasıl öğreniyor? Bu eğitim hangi yaşta başlıyor?

 Okullarda temel düzeyden itibaren sözel eğitim veriliyor. İki dilli eğitim verilmesi taraftarıyız. İşaret dili ailede başlıyor. Önce ailede kullanıyorsun daha sonra tanıştıkça kullanma yeteneği de gelişiyor.

Modern Havva, eski Adem'le tanıştık


Kadına şiddeti önlemeyi amaçlayan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde bir panelde konuya ilgi duyan katılımcılarla bir araya geldi. Büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan izleyiciler arasında sadece 3 erkek vardı.
“Toplumda Kadınların Sorunların Neler?” isimli panel ESOGÜ Tıp Fakültesi’nde gerçekleştirildi. Prof. Dr. Necla Özdemir Konferans Salonu’nda düzenlenen etkinlik ESOGÜ Tıp Fakültesi ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından organize edildi. Platformun temel amaçları arasında kadın cinayetlerini durdurmak, kadınların şiddetten korunmasını sağlamak ve kadınların yaşam hakkı olmak üzere kadınlara karşı yapılan hak ihlallerine karşı mücadele etmek vardı.

Kadınlar koruma alsa bile yeterli değil
Platform Genel Temsilcisi Gülsüm Kav yaptığı konuşmasında öncelikle platformlarının verdiği mücadelenin önemine değindi. Oluşturdukları platformda her yaştan kadının yer aldığını söyleyen Kav erkeklerin de bu girişimde yer alması gerektiğini belirtti. Platformun Münevver Karabulut cinayetinin ardından kurulduğunu söyleyen Gülsüm Kav, platformlarının daha kitlesel hale gelmesine ise Özgecan Aslan cinayetinin toplumda oluşturduğu tepkinin neden olduğunu ifade etti. Kav sözlerine şöyle devam etti: “Çatışma, gerginlik arttıkça kadın zarar görüyor. Şiddet aslında bir çok alanda kendini gösteriyor. Ekonomik şiddeti de konuşmak gerekli. İstihdam politikaları nedeniyle kadın ve erkek arasında bir eşitsizlik var. Aynı işi yapsa da kadın ve erkek aynı ücreti almıyor”. Özgecan Aslan cinayeti hakkında da konuşan Kav “ilk kez cezada indirimi uygulanmamasının zaferini yaşamaktayız. Özgecan cinayeti büyük bir sembol haline geldi ve bizim çalışmalarımıza katılan sayısın artışa sebep oldu” dedi. Kadınların koruma almasıyla ilgili umutsuz yorumlarda bulunan Kav koruma alana kadınların dahi güvende olmadığını ifade etti. Son günlerdeki kadınların haremde aldığı eğitimle ilgili tartışmalara da değinen Kav haremde verilen eğitimin yüceltilmesine karşı çıktı. Kadınların en çok boşanma sürecinde şiddete maruz kaldığını söyleyen Kav “kadınlarla ilgili 90’lı yıllarda çok büyük özgürlüklerden bahsediyorduk. Fakat şu an geldiğimiz noktada kadının yaşam hakkını savunur hale geldik” diye konuştu.

Tecavüzcüsüyle evlendirilen kadınlar
Platform temsilcilerinden Sanem Deniz Kural yaptığı konuşmasında umut vaat eden taraf olmaya çalıştıklarını belirtti. “2005 yılında tecavüzcüsüyle evlendirilmenin kaldırıldığı bir dönemdi. Kadınlar bunun üzerine koyup koyup bugünlere geldiler” dedi. Kadına şiddet konusunda yaptıkları araştırmaya göre Özgecan davası haricinde ceza indirimi almayan bir davayla karşılaşmadıklarını ifade eden Kural, Özgecan davasından sonra ceza indirimleri konusunda mahkemelerin bir tavır değişikliği gösterdiğini ifade etti. Kural “Örneğin bugün bir dava vardı Eskişehir’de. Kadına şiddet uygulayan bir sanık pişman olduğunu söylemesine rağmen iyi hal indiriminden yararlanamadı” dedi. Platform olarak 5 ana talepleri olduğunu söylen Kural, bu konularda yasal düzenleme yapılması için çalışmaya devam edeceklerini belirtti.

Modern Havva, eski Adem
Platformda yer alan bir başka temsilci Elif Karan ise üniversitelerde dahi kadınlara ayrımcılık yapıldığından şikayet etti. Karan Uludağ Üniversitesi’nde yaşanan bir olayı şöyle eleştirdi: “Uludağ Üniversitesi’ndeki kız yurdunda koridorda pijamayla dolaşan kadın öğrencilere ihtar geldi. Gerekçe olarak binanın karşısındaki erkek yurdunda erkek öğrenciler gösterilmişti. Biz şu an Modern Havva, eski Adem’le karşı karşıyayız”.

“Kırmızı ışık kadına karşı bir şiddettir”
Prof. Dr. Gülten Seber trafik ışıklarının süresinin kadınlara karşı bir şiddet olduğunu savundu. “Kadınlar yanlarında sürekli çanta taşır. Karşıdan karşıya geçerken kadınlar ağır çanta taşıyor olabilirler. Erkeğin çantası cebidir. Trafik ışıklarında kırmızı ışık süresi daha kısa olmalı. Pek akla gelecek bir örnek değil ama bence bu durum kadına karşı yapılan tacizin bir türüdür”.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu kadına şiddete çözüm için 5 maddelik bir öneri hazırlamış durumda. Buna göre Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclisteki tüm parti liderleri kadın şiddeti açık bir şekilde kınamalı. Platform ayrıca 6284 sayılı koruma kanunun etkin bir şekilde uygulanmasını talep ediyor. Yine platform bir Kadın Bakanlığı kurulmasını ve Ceza Kanunu’nda kadına karşı işlenen suçlarda “ağırlaştırılmış” müebbet getirilmesini istiyor. Platformun son talebi ise anayasa çalışmalarıyla ilgili. Buna göre platform cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini esas alan yeni bir anayasa talep ediyor.

Bisikletle 4 kadın 400 kilometre


Anadolu Üniversitesi öğrencileri Seval Peköz (Çevre Mühendisliği), Canan Gülçiçek (Biyoloji), Emine Apaydın (Arkeoloji), Aysun Buran (Tarih) 2 ayrı bisiklet turu projesiyle toplumsal sorunlara dikkat çektiler. İlk projelerini 2015 baharında gerçekleştiren dörtlü 9 gün boyunca pedal çevirdi. İkinci projelerini ise 2016 baharında bir hafta boyunca gerçekleştirdiler. Projenin fikir mimarlarından Canan Gülçiçek’le projenin detayları ve bisiklet turları sırasında yaşadıkları maceraları konuştuk.

Ekip nasıl oluştu?
Ekip olarak Anadosk’ta (Anadolu Üniversitesi Doğa Sporları Kulübü) tanıştık. Kulüpte 4 yıldır faal bir şekilde çalışıyorduk. 3 yıl önce bir proje yapmak istedik. Anadosk erkeklerin egemen olduğu bir kulüptü. Biz bunu yıkmaya çalıştık. O nedenle 3 yıl önce Frig Vadisi’ne 6 kadın yürümek istedik. Valilik’ten izin istedik ama izin alamadık. O yüzden proje iptal oldu.

“Bisiklet kullanmayı bilmiyordum”

Bisiklet projeniz nasıl ortaya çıktı?
Dağa tırmanalım dedik. Uzun bir süre alacaktı o yüzden bisikletle bu eylemi yapmaya karar kıldık. Bisiklete 4 kadın olarak çıkmaya karar verdik. Ben bisiklet kullanmayı bilmiyorum. Bisikletim de yoktu. Arkadaşımdan ödünç bisiklet aldım. Ama fiziksel olarak hazır olmadığım için kondisyon kazanmam gerekiyordu. Antrenmanlarla kendimi geliştirdim. Projeyi gerçekleştirmeye karar verdiğimiz zaman sponsor arayışına girdik ama hiçbir şekilde Eskişehir’den bir sponsor bulamadık. Sporcu Alper Dalkılıç bize yardımcı oldu. Bizi Dilek Ergül’e gönderdi. Kendisi bir denizci. Hedefi bir kadın olarak kendi botuyla Atlantik Okyanusu’nu geçmek. Her konuda bize Dilek Hanım yardımcı oldu. Beslenme, konaklama gibi konularda tüm ihtiyaçlarımızı bu ekip karşıladı. Bireysel bir sponsorluk yaptılar bize. Arkadaşlarımızdan da ekipmanla ilgili destekler aldık. 4 Kadın 400 Kilometre ismini verdik projemize. Fethiye’den İzmir’e kadar pedal çevirdik.

Tanıtımınızı nasıl yaptınız?
Facebook sayfamızı çok iyi kullanamamıştık ilk projemizde. İkinci projemizde daha başarılı kullandık sosyal medyayı.

Ne gibi zorluklar yaşadınız yolda?
Kondisyon açısından çok fazla sıkıntı yaşamadık. Ancak bazı yerlerde yol çok eğimliydi. Yol boyunca birkaç yerde lastiğimiz patladı. Bu bize farklı maceralar yaşattı ve yol boyunca insanlarla tanıştık. Bir gün Milas yolundayken kent konseyi bizimle iletişime geçti ve bizi karşılamak istediler. Araçlarıyla bizi karşıladılar. Araçlara yetişmek için hızlı sürmek zorunda kaldık. Bu esnada susuz kaldık. Geride kaldığımız için bize şaşırdılar. Basın açıklaması yapmak için bizi acele ettirdiler. Reklam amacıyla bizimle görünmek istediklerini düşündük. Böyle olmasını istemezdik.

Projelerinizdeki amacınız neydi?
Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, doğa katliamları, Özgecan olayı, kadına karşı şiddet, Soma faciası gibi konuları unutturmamak. Gittiğimiz yerlerde bu konulara ilgi çekmeye çalıştık.

2. Projenizden de bahseder misiniz?
Bu projeye “Pedalladıkça Güzelleş/tir” ismini verdik. 9 Nisan – 16 Nisan tarihleri arasında turumuzu gerçekleştirdik. Geçen yıl kaldığımız yerden tura devam ettik. Özellikle böyle yaptık çünkü kadına şiddet konusunda mahkemeler birçok konuyu yarıda bırakıyor ve davalar sonuçlanmıyor. Biz tura kaldığımız yerden devam ederek bir mesaj vermek istedik. Bu seferki rotamız İzmir’den Çanakkale’ye kadardı. Biz istiyoruz ki kadınlar bisiklete binsin, fotoğraflarını paylaşsınlar ve özgür olduklarını göstersinler.

Sponsor bulabildiniz mi bu sefer?
Geçen yılki tur bizim için bir avantaj oldu. Bizi tanıdıkları için sponsor bulmamız daha kolay oldu. Tepebaşı Belediyesi’ne gittik ve bize sponsor olmayı kabul ettiler. Benim yine bisikletim yoktu. Accell Bisiklet firmasına bir teklif sunduk. Projeden bahsettik. Sponsor olmayı kabul ettiler ama bizim markamızla yola çıkacaksınız diye şart koştular. Sporcu Alper Dalkılıç’ın yine çok büyük katkısı oldu bu projede. Dilek Hanım da bize destek olmaya devam etti. Temamız yine aynıydı. Gürkan Genç isimli bir başka profesyonel bisikletçi de bize destek oldu. Ulaşım, konaklama, ekipman malzemeleri gibi ihtiyaçları bu sponsorlarımıza borçluyuz.

Bu seferki yolculuk nasıl geçti?
İzmir’den bisikletleri teslim alarak yola çıktık. Yol boyunca bisikletleriyle bize eşlik eden kişiler de oldu. Yol boyunca yerel insanlarla, özellikle yaşlılarla oturup konuştuk. Onların moral motivasyonuyla yola devam ettik diyebilirim. Sadece 2 yerde otelde kaldık. Onun haricinde kaldığımız yerler tanıdığımız kişiler veya yakınlarımızın yakınlarıydı. Bunlar bize çok güzel tecrübeler yaşattı. Tur boyunca ciddi bir problem yaşamadık. Sadece Çanakkale’de turu tamamlarken Emine arkadaşımızın zinciri kırıldı. Bunun haricinde bir sorun yaşamadık.

Neden 2 projede de Ege kıyılarını seçtiniz?
Hava koşulları daha uygundu. İç Anadolu’da veya Doğu Anadolu’da yapmamız pek kolay olmazdı. Eskişehir’den çıkarken çok fazla kalın kıyafet almıştık yanımıza. Ege bölgesine gittiğimizde bundan pişman olduk ve kıyafetlerimizi Fethiye’de bir hostele bırakmak zorunda kaldık.